uzun uzuuun zaman önceydi

neredeyse bir sene olmuş şuraya içimi dökmeyeli. fark ettim ki bazen biraz bırakmak, sonra hatırlamak için güzelmiş. en son yazımda pandemiden nasıl nefret ettiğimi, nasıl sıkıldığımı anlatmışım. sonra…

sonra pandemi bitmedi ama ofise geri döndük. her şeye çok kolay adapte olduğum için ofise gitmek konusu da beni pek yormadı. şimdi bugün buradan baktığımda “vay bee diyorum” o zaman koymayan şeyler şu an biraz daha fazla koyuyor. her şeyin yolunda gittiğini düşünmedim aslında ofis sürecinde de. bir sürü şey değişti çünkü, konumum değişti masam değişti, bağlı olduğum kişiler değişti filan. bu değişimlere adapte olmaya çalışırken aslında ne kadar çok şey yapabildiğimi de gördüm, derkeeen kovuldum. aralık sonunda işime son verildi. bunun detaylarını buraya yazmayacağım çünkü fark ettim ki bunu paylaşmak beni öfkelendiriyor ve gitmek istediğim yerlere gidemememe sebep oluyor. beni çok fazla negatife düşürüyor. sadece tarihe not olsun diye şunu söylemek isterim ki hayatımın gerçekten en zor süreçlerinden birini yaşadım. altı yıldır çalıştığım, emek verdiğim, bağlarımın çok kuvvetli olduğu bir yere veda etmek çok zor oldu benim için. bugün bile halaaa orada çalışmaya devam etmek isteyen biri var içimde. sanırım bir hafta boyunca hiç durmadan sonraki haftalarda ise dura dura ağladım. çok klişe olacak biliyorum ama gerçekten büyük kıyımlar ya da büyük hayal kırıklıkları insanın üzerindeki ölü toprağını atıyor. “hiç bir şey bitmez sadece yeni başlangıçlar vardır” mottusuna sığınıp kendi krizimi kendi fırsatıma çevirmeye çalışıyorum.

emekli olduktan sonra yaparım dediğim editörlük işine önem vermeye karar verdim. büyük esler vermeden hayata, hemen dört elle sarılmanın bana daha iyi geleceğini fark ettim. zaten bu süreç bayaaa farkındalıklarımı fark etme süreci oldu diyebilirim. kursa gittim, bitirdim ve artık yeni hedeflerimi görebilmeye başladım. ben bu şekilde para kazanmak bu şekilde yaşamak istiyordum. bu arada işten kovulmadan önce evsiz kaldım. kirada oturduğum ve çok sevdiğim evimden çıktım bir arkadaşımın yanına yerleştim derken onun ev sahibi ile aramız açıldı ve son olarak zaten mahkemeye verdi beni. köpük evladımın ağzında bir tümör çıktı ve onun tedavisi devam ediyor. bütün bunların içinde ben kendime bir yön çizmeye bir yol bulmaya çalışıyorum. çok zor! gerçekten zorlandığım bir dönemdeyim her açıdan. fakat bunu ajite etmeyeceğim çünkü öyle bir taraftan da bakmıyorum hayata. şu an durum bu diyorum ve yarının ne olacağını bilmiyorum. bugün ile mutlu olmaya çalışıyorum, yarına olan umudum tam. ne olacaksa hayrıma olacak demenin bana iyi geldiğini fark ettim. belki 1 sene ya da 2 sene sonra bitecek olan mahkeme için şimdiden gerilmemeye çalışıyorum, köpük dedemin zaten çok yaşlı olduğunun farkındayım. 14 yıldır birlikteyiz. şahane bir 14 yıldı ama bir 14 yılımızın daha olmadığını bilmiyorum. onun konforu ve hayat standartının iyi olması şu an temel amacım. para kazanma konusunda ise kendi çapımda ufak ufak bir şeyler başarmaya başladım. dengemi çok zor sağlıyorum yalan değil. fakat oturup olacak kötü olayları düşünmektense yapabileceğim güzel şeylere motiveyim. ben anca böyle hayatta kalabiliyorum.

çok kitap okudum, çok film izledim diyemem. genellikle ne yapabilirim diye kafa patlatıyorum, okuduklarım ya da izlediklerim kafamda çok yer tutmuyor bu aralar. o yüzden de biraz daha soft şeyler izliyorum ya da okuyorum. kendime ufak ufak gelmeye başladığımı hissediyorum. güzel filmler izlemek onlar hakkında yazmak, güzel kitaplar okumak istiyorum. kafamda gerçekten yapmak istediğim çok şey var. sabah 9 akşam 6 çalışmak istemiyorum mesela artık. kendi işimi yapmak kendi yaratıcılığımdan para kazanmak istiyorum. şahane dostlar biriktirmişim onların bana kattıkları benim onlara kattıklarım ile harman olsun ve bu komün hayatımızda yuvarlanalım gidelim istiyorum.

42 yaşımda her şeyimi değiştirmeye karar verdim. tüm konfor alanlarımdan çıkıyorum. bazıları beni bırakıyor bazılarını ben bırakıyorum. bırakmanın şahaneliğine kapılıyorum…

kafalar karışık

kafalar karışık. bir yanım ege’deki sahil kasabasına gitmek istiyor bir yanım ise ofisler açılsın, meyhaneler açılsın bitsin artık bu kapanma hali ve “normal” hayatımıza dönelim istiyor. bu konuda yalnız olmadığımı bilmek de doğrusu içimi rahatlatıyor.

ev halimde çok mutluyum bundan gerçekten bir şikayetim yok. gitmek istemediğim yerlere, görmek istemediğim kişilere yalan söylemeden asosyalleşebiliyorum. semtimizin parkında köpük evladım ile ve onun gibi kıllı çocuklar ve insanları ile istediğimiz kadar sosyalleşiyoruz. piknik yapanları sevmediğimden değil yanlış anlaşılmasın da kalabalıkları sevmiyorum ben. üstelik kıllı çocuklar ve insanları görece daha medeni ve kesinlikle daha pozitif. fakat tabi işte bazen de insan bir bira patates yapmak yan masa ile ekmek sepeti alış verişi yapmak, tanımadığı insanlar ile kadeh kaldırmak istiyor. geçen gün günde 15 saat çalışan uyumaya bile vakti olmayan manitam big g bile 1 lütfen artık her şey normalleşsin” dedi. normalin ne olduğunu da unuttum açıkçası. her gün ofise gelmek normal mi mesela, saçma sapan muhabbetleri sırf müşterimiz diye çekmek, akşam baş ağrısından uyuyamamak filan bunlar normal mi? okulda da dersler olmasın ama hep teneffüs olsa severim aslında, diye düşünürdüm. iş de öyle benim için. çalışmasak güzel yer aslında 🙂

bu aralar netfilix’de asla izlenecek bir şey bulamıyorum. çöplük gibi olmadı mı yahu? neyse ama bunu buldum. içinde hemen hemen kötğ hiç bir şey olmayan şahane güzel bir film. sandra blok’un hülya avşar filitresinden bahsetmeyeceğim elbette. konusu güzel, anlatmak istediği şey çok naif ve benim en sevdiğim çocuk kitaplarından biri olan boğa ferdinand’a çok güzel de bir gönderme var.

bu aralar ihtiyacım olan şey bu naiflik seviyesi. virüs, savaş, parasızlık haberleri ile iflahım kesildiği an karşıma çıktığı için çok mutluyum.

kayda değer paylaşmam gereken başka şahane bir film olmadı. şahane bir kitap da okumadım. pek şahane bir şey yok hayatımda. ama stabil olması da bence bayaaa şahane. buna da şükür dediğim çok şey var. ve bunu her sabah yapmaya özen gösteriyorum artık. şükür momentlerim benim için günün motivasyonu oldu.

sabah erken kalktım çok uzun zamandır ve yine çok uzun zamandır ilk defa ofise geldim. bunun için heyecanlandığımı bile itiraf etmem lazım. elbisemi giydim, rimel bile sürdüm. bu ufacık mutluluklar artık büyük motivasyon kaynakları benim için. her sabah parka gitmek, günde 10.000 adımı tamamlamak, karbonhidrat yememeye çalışmak filan bunlar hep motivasyon bak. şikayet ettiğim sanılmasın bu halimden çok memnunum. sadece bir deniz çekiyor canım ki sorma gitsin. hayatımın sadece bu dönemlerinde arabam olmasını istiyorum. cumadan perşembeden ya da işte ne zaman olacaksa hoop diye ege’de almak istiyorum soluğu.

aslında yazmak istediğim bir sürü şey vardı sanki ama ofise gelince kafam karıştı. bu şimdilik bu kadar olsun bari, saçma oldu.

öbdüm kib bay

dışa dönme ama içte kalma

kendimi köpük ile sık sık sokaklara atıyorum. düne kadar burnumuzu çıkartmak istemeyen biz şimdi günde 3 defa parka gider olduk.

hava o kadar muhteşem değil henüz. yani güneşli serin havalara bayılıyoruz ama bu aralar yağmurlu ve güneşsiz. bu yüzden aslında motivasyonum düşer diye düşünmüştüm fakat öyle olmadı. her gün 3 defa uzun uzun yürümek istiyorum. hatta kulaklık da takmak geliyor içimden, şöyle müzik dinleyerek yürüsem ne kadar güzel olur. köpük ile gitmek istediğim için bunu yapamıyorum. bir şey olur duymam gibi geliyor ya da sanki onunla vakit geçirmiyormuşum gibi geliyor, yapamıyorum. olsun. birlikte parka gitmek kedileri köpekleri sevmek bile bize çok iyi geliyor bu aralar.

sokaklarda kimsenin olmamasını çok seviyorum. tamam hastalık çok korkunç kabul ediyorum, kimse de evde olmak istemiyorum herkes haklı. ama şunu da itiraf etmeliyim ki parklar insansız çok güzel. ya da köpekli insanlarla güzel. evinde kedisi köpeği olan insanın medeniyeti diye bir şey var. onun hoş görüsü diye bir şey var kusura bakmayın. üstelik onlar etraflarını kirletmeden, şehre ve parka saygılı bir şekilde yürüyorlar. ne poşet artıkları ne gıda artıkları kalmıyor arkalarında. sokak hayvanlarını besliyorlar. üfff bu konuda biraz faşistim sanırım üzgünüm. kimse kimseyi rahatsız etmeden yeterli ölçüde sosyalleşerek ilerliyor. gürültü yok.

bazen yalnız olmaktan mutlu olmamalıyım sosyalleşmeliyim düşüncesi sarıyor beni. ilerleyen yaşlarımda yalnız mı kalacağım? bundan keyif almam normal mi? diye düşünüyorum. her zaman hayalim bir karavan sahibi olmak ve gezgin olmaktı. ama bir yandan da 9-18 çalışan bir insan olduğum için de bu güvenli sularımdan çıkamıyordum. meditasyon yaparken hep özgür olduğumu daha özgür olduğumu hissediyorum. yolda olma hali yol alma hali, yalnız olmak hali bana çok özgür geliyor. bunun para ya da parasızlıkla hiçbir ilgisi olmadığını artık kesin olarak anladım. hayatımın eeeen en güzel zamanları assos’da olduğum zamanlar. ya da saat mevhumu olmadan şehirde yaşadığım zamanlar. hiç bir yere gitme telaşını sevmiyorum. hiç bir şeyin bana dayatılmasından hoşlanmıyorum. yine bunları düşündüğüm bugün de ne zamandır izlemek istediğim bir filmi izledim.

hemen hemen bütün sorularımın cevabını gördüm bu filmde. o kadar şahane anlatılmış ki köklerini salmadan da yaşamanın ne kadar olağan olduğunu. başka hayatların mümkün olduğunu. tercihlerin sadece bireyleri bağladığını.

ve bir yandan da sinir oldum. bazen ve bu aralar sıklıkla bu ülkede sıkışıp kaldığımı düşünüyorum. bizim için çok üzülüyorum. her şeyin bu kadar pahalı olması, hayatların bu kadar tek düze olması korkunç değil mi? başka ülkelerde gezgin olmak bir araç bir karavan sahibi olmak, benzini almak bu kadar kolayken, herkesin her işte çalışması bu kadar normalken burada bu kalıplara sıkışmış olarak kalmak ne kadar üzücü.

benim kendi kabuğumdan çıkmam çok uzun sürdü. her şeyi istediğim zaman yapabileceğimi, hayatımı istediğim gibi yaşayabileceğim, istediğimi giyebileceğimi, istediğim kişi ile olabileceğimi, tercihlerim olabileceğini çok geç öğrendim. hala daha çözemediğim fakat çözmek için çok çaba sarf ettiğim konular var. daha öncede yazmıştım, ben elbise giymeye 40 yaşımda başladım. kendi bedenim ile barışmaya karar vermem güzel olduğumu söylemenin ayıp olmadığını anlamam çok uzun sürdü. ben kendimi beğeniyordum ama bunu söyleyemezdim. çünkü kimsenin, benden başka kimsenin beni beğendiğini düşünmedim. ne garip değil mi? sonra mesela illa sevişmek için sevgilim olması gerekmediğini, bara tek başıma da gidebileceğimi ufff daha neler neler. hepsi ile barışmam çok yeni. yalnızlığı bu kadar sevmem ile ilgili de bir sorun olmadığını yeni yeni fark ediyorum. big g ile birlikte olmak şahane fakat günün sonunda o gittiğinde de çok okeyim. bütün hayatımı bu şekilde sürdürebilirim. ufak gelir ile yaşayabilir assos’da yaş alabilirim. anam babam 70 yaşında soba kurup ısınıyorsa ben de başarabilirim. bahçe işleri ile uğraşıp köpeklerimle vakit geçirebilir ve bütün gün yalnız kalabilirim. ve bu acıklı değil.

umarım bunları yapacak sağlığım olsun yeter. bir de bir karavan alabilirim. ara sıra kafamın estiği yerlere gidip oralarda kalabilirim.

neyse diyeceğim o ki şahane bir film. bana bir çok açıdan aydınlatma yaşattı. gezgin filmleri genelde genç oyuncular ile çekilirken ya da ben hep öylesine denk geldim bu filmde öyle değil. işte bu yüzden de ayrıca bendeki yeri başka oldu.

izleyin izletin.

biz parka gidiyoruz. öpdüm kib bay

bugün de insanlığımdan utandım

evde geri dönüşü ve plastik kullanımı ile ilgili kendimce önmeler alırım yıllardır ve yıllardır da çevre dostu temizlik ürünleri kullanmaya ya da aldığım her tür ürünün üzerini okuyarak sürdürebilir mi değil mi muadili var mı, çevre dostu mu, hayvanlar üzerinde test ediliyor mu diye bakarım.

fakat bunların hepsini sağlayan ürünler cidden çok pahalı. yani konu arap sabunu ve karbonat değil, ya diş macunun diş fırçan değil. ne yazık ki o diş macunu da plastik ambalaja, ya da atıyorum bambu diş fırçası aldın ama onun da kabı plastik. mutfakta kullandığımız bulaşık süngeri ya da bezi, bunların da içinde plastik ağır metaller var. ağırlaştırılmış pişime kağıdı kullanmamalıyız mesela zararı her türlü ama diğerini de almak tüketim değil mi? pişirme kağıdı kullanmasak biraz sıcak suda bekletip yıkasak da su mu israfı oluyor? sürekli kafamda bu sorular.

ve sonra gıdalara geliyor iş. et zaten oldum olası çok sevmem çok az tüketirim. köfte ve mantı gibi kıymalı ve benim dibimin düştüğü yemekler olmasa belki ilişkimi kesmek daha bile kolay olabilirdi. tavuk almıyorum desem yumurtanın 0 ile başlayan sayılı olanı, yani serbest gezen ve organik beslenen tavuk yumurtası 3 ile başlayanın 2 katını geçti. balık haftada bir bazen yerim derken o da çiftlik mi yoksa deniz mi bakmak lazım, zamanı mı o balığın mesela? ama bir yandan da çok pahalı. sadece sebze ile beslenmek de işi çözmüyor, sebzede bulunan pestisit miktarları çok fazla ve ondan tamamen arındırmak de mümkün değil. bir yandan da bunların altında ezilmemek lazım, neticede herkes sadece elinden geldiğince dikkat etse bile çözülebilir mesele diye düşünüyordum. karavan hayalim en yüksek seviyede bu aralar ama peki karbon ayak izim? yani dizel araç kullanırken onun aslında çevreye verdiği korkunç zarar. tabi karavanda olunca az su ve az elektrik harcanmakta, daha doğada olmak daha az tüketmek mi mesela? neticede her şeyi hazır almaya devam edeceksin karavanda. oofff tüm bunlar kafamın içinde gezerken tabi ki beni daha da kederlere sürükleyen şeyler ile karşılaşacaktım.

okyanuslarda biriken plastik ve kirlilik için yola çıkan genç bir belgeselcinin konuyu nerelere getirdiğini görünce kanım dondu. yani kendi getirmedi tabi konuyu kasten araştırdıkça dibe ve daha dibe gitmiş. fiji’deki korkunç yunuz katliamından, köpek balıklarının sırf yüzgeçleri için nasıl canice avlandığından, aslında okyanusa en büyük zararı balıkçıların nasıl getirdiğine. hem avlanma şekilleri ve hem de kullandıkları malzemeler yüzünden ne kadar çok zarara yol açtıklarını şaşkınlıkla ve çok ama çok üzülerek izledim. bir doktora balık yemesek ne olur diye soruyor bir yerinde ve doktor mesela ağır metal almazsınız bedeninize diyor ya da mikroplasti almazsınız diyor. peki ama omega 3? aslında nasıl omega 3 almadığımızı anlatıyor. plastik pipetlerin ne kadar zarar verdiğini ama yediğimiz ton balığı ya da somunun tüketiminden ne kadar daha çok zarara uğrattığımızın anlatılmadığından dem vuruyor. ve diyor ki bir yerinde “kimseye balık yeme diyemeyiz”. neden?! işte ben de bunu merak ediyorum neden diyemiyoruz. çünkü hesaplamara göre 2050 de denizde balık kalmayacak ve deniz memelisi kalmayacak. balinalar, yunuslar, mercanlar tüm eko sistemden bahsetmekteler. neden hala balık yememeliyiz diyemiyoruz? yeterince yemedik mi? neyse tadım kaçtı çok kötü onu demek istiyorum. mutlaka izlenmeli. elimden gelenin fazlasını yapmamız lazım acil.

yeni bir diziye başladım. vampirler, cadılar, iblisler ne ararsan var. imdb 8 almış. ben biraz outlander çakması olarak gördüm açıkcası. bilinmeyen güçler var evet, vampirlik cadılık filan ama zaman da seyahat ve kurgusu sanki bana onu anımsattı. bu arada asla kötü değil kesinlikle izlenir. ben 8 vermem o ayrı, benim için 6,5’tan 7 olabilir anca. bu arada neden vampirler sexi biri bana bunu bir açıklasın. neden böyle bir imaj çiziliyor? şikayetçi asla değilim. bizim jenerasyon için bunun başlangıcı zaten vampirle görüşme filmidir. ciğerimiz sönmüştür keza o filmde. fakat oradan buraya da her vampirli dizide ve filmde vampirler sexi gösterilmekte ben onu pek şey edemedim. hepsimi sexi kaarşim? hiç mi pis, çekici olmayan, kötü giyinen, kötü kokan ne bileyim işte kadınları çekmeyen vampir yok?

bunların dışında parka gidip gelmeler ve başka hiç bir yere gitmemeler devam. evde çalışmak zaten okey. nisan ayında da en azından bu şekilde devam edecekmişiz. ay havalar güzelleştikçe benim bir neşem patlıyor ki evlere sığamıyorum hayır olsun. 2 gün sadece 2 gün güneş açtı ve ben neşelere gark oldum. daim olsun neşemiz diyorum. çünkü elektrikli süpürgem bozuldu. mesela bu başıma 2 önce gelse depresyona girme sebebim olabilirdi. ama şimdi geldiği için o kadar da canımı sıkmadım. he oturdum ağladım bak ama yani o kadar. neticede tamire gitti. sıkışan para canımı evin tüy içinde olmasından fazla sıkmadı açıkcası.

lenny kravitz dinliyorum deliler gibi. sonra konu kendi içinde lisa bonet’e ve oradan da jason mamoa’ya geliyor. ne hayatlar var beee! düşünsene zor kravitzsin gerçek baban lenny cici baban jason. ay evlerden uzak istemem. ben bu hikayede lisa olmak için her şeyini verecek kişiyim. evet bir süre boşluğa bakıp hayal kurduktan sonra kahve yapmaya karar verdim.

madem süpürge bozuk bugün temizlik yok demektir. gidip yeni kitabımı okuyayım. veba geceleri 🙂

öpdüm kib bay

karbonhidrat ve diğerleri

hani olur ya hiç bir şey yapmak istemediğiniz dönemler. işte oradan çıkışlar bence şahane olan. şu an tam çıktım sayılmaz ama hissediyorum sonuna geliyorum tavan izlemenin. yani elbette yine izlerim, zaten ata sporumdur tavan izlemek ve fakat sadece yatıp tavan izlemenin sonundayım.

aralıklı oruça biraz ara verdim. bir iki gün delirdim ama şimdi ufaktan ona da geri dönüyorum. meditasyon da yapmadım, yoga da. onlar için de enerjimin ve niyetimin olduğunu fark etmeye başladım. çünkü bazen beyninin bir kıvrımını bile bedenindeki bir kası bile fazladan hareket ettirmek istemezsin. sürekli evde olmanın buna katkısı yadsınamaz. ben geçenlerde ice’ı ziyarete gidince biraz kendime gelmeye başladım aslında. yani öyle hissediyorum. hem onunla sohbet hemde sonunda yaptığımız mis gibi yürüyüş kafamı açtı. yürümek ne şahane şey ve diğer şahane şeyler nelerdi diye düşünmeye başladım. bir iki kitap, film ve dizi de bana yadım etti.

öncelikle yazarını tanıdığım kitap için bir torpil yapacağım tabi ki. güzel bir kadın iç hesaplaşması kitabı. sanki bilinç akışı tekniği ile yazılmış. ve eminim bu kitapta yazılanları düşünmemiş ay da yaşamamış bir kadın bile yoktur. kendinden çok başkasını sevdiğini fark ettiğin ve o başkasının da seni sevmediğini anladığın an. ve sonra işte buna bir kitap döşemiş yazar. evet klişeler de var ve fakat ben okumaktan keyif aldım.

ayrılığın ilk günü, 24 saatin her anını her duygusunu yazmış. tüm gelgitler, tüm acılar, tüm yeni başlamalar, tüm anılar… beni en son ayrılığıma götürdü. belki de bu yüzden bir günde okudum ve bitti. hem okumak istedim hem de o duyguları geri çağırdığı için hemen de bitsin istedim.

travmasız ayrılık diye bir şey var bence. zaman içinde birbirinden kopan bağlar sonucu yaşanan doğal ayrılık. can acıtmayanından. ama işte öyle ayrılıklar da filmlere, kitaplara konu değil. sen de bir şey değiştirmiyorsa mazinin tozlu rafları arasına kolayca gidiveriyor zaten. üzerine methiyeler düzülmüyor, kafalar patlatılmıyor, uykusuz kalınmıyor.

işte mis gibi bir film. benim en sevdiklerimden yolda geçen filmler. içinde karavan var bir de 🙂 yolda olmak başlı başına bir olay zaten bir de yolda başımıza gelenler filan. denizler, plajlar, sokaklar var burada da bol bol. gün batımları var, karavan campları var. ve bir aşk var. çok yavaş ilerleyen ama sıcacık. kahramanlarımızın dertleri bambaşka iken yola çıkmadan önce yolun sonunda birbirlerinin dertleri kendilerine bağlar oluyor. şahane uzun sohbetler de var. fikir ayrılıkları var ama kavgasız nasıl tartışılır şahane anlatmakta ki bu bu aralar bu ülkede görmediğimiz bir şey. yani siyasilerden filan bahsetmiyorum birbirimizi dinlemediğimiz bir ülke burası. başka görüşlere saygı duymamız gerektiğini bilmediğimiz bilsek de yok saydığımız. bağırmadan hiç bir şey anlatamadığımız, bağırdıkça haklı olduğumuzu düşündüğümüz filan ooof. neyse filme dönüyorum ımdb 7,5. bir kere her şeyden öte ben karavana 10 veriyorum. o ne şahane bir şeydir. keşke benim olsa demediğim bir an geçmedi. sonra da tabi bu ülkede bu karanın kim bilir kaç para olacağı geldi aklıma. filmde almanya’dan yola çıkıyorlar, belçika, fransa, ispanya … gidiyorlar da gidiyorlar. düşündüm de bunu burada yapmak için ne kadar param olması lazım. diyelim karavanım var peki o kadar benzin alacak param var mı? oofff muhteşem duygular ile birlikte bu saçma sapan düşünceler de gelmedi değil aklıma. konfor alanımdan çıkmaya ne kadar korktuğumu filan fark ettim işin özü. yine izlerim ki ben bunu. 🙂

evden çalıştığımız şu günlerde iş bilgisayarımın bozulması beni biraz mutlu etmedi desem yalan olmaz. kendisini bugün gülücükler ile tamire gönderdim. umarım işi uzun sürer ve ben de orhan pamuk’un son kitabı veba gecelerini okurum gönlüm nasıl isterse. bütün kitaplarını sevmiyorum kendisinin ama nedense bundan çok umutluyum. kar ve cevdet bey ve oğulları en sevdiklerim. masumiyet müzesini filan beni inanılmaz sıkmıştı. bunu seveceğim bence sanki. olmlu bir ön yargım var bu kitap hakkında.

bir kahve yapıp başlıyorum. öbdüm kib bay

anılarımızın katilisin covid

genellikle evde olmak ile ilgili sıkıntı yaşayan biri değilim. çünkü ben covid pandemisi olmadan önce de zaten evde vakit geçirmeyi çok seven biriydim. kaldı ki big g ile de evde vakit geçirmeyi severiz çift olarak. ara sıra sinemeya gitmek ya da bir yerlerde bira içmek filan okey ama yani illa haftanın şu kadar zamanı dışarda yemek yiyeceğiz ya da şu kadar akşam dışarda olmamız lazım bir çift olmadık hiç. benimki tamamen miskinlikten. hareket etmeye bayılmıyorum 🙂 neyse ki köpeğim köpük bu miskinliğimi biraz olsun yenmemi sağlıyor. evde çalışmak kısmı da okey. çünkü bence zaten evden yapılabilen bir iş için neden ofise gidiyoruz kısmı saçmalık?

onca plazalar, onca kalabalık, onca kapalı ortam normal zamanda da zaten sağlıksızdı. avm’de sevmem. bu yüzden evde olmak, evden çalışmak bana koymadı. evden çalışmaya devam etmek istiyorum açıkçası. fakat ne yazık ki patronların bir kısmı hala sizi ofiste görünce çalıştığınıza kanaat getirmekte. oysa ki yapılan araştırmalar göstermekte ki insanlar ofiste daha az iş yapıyor. çünkü evde üzerinde ister istemez bir baskı var, geç cevap verirsem çalışmadığımı düşünürler, işi aksatırsam bilgisayar başında olmadığımı düşünürler gibi gibi. ofiste ise oradasın veee zaten oradasın yaniiii.

anlatmak istediğim başka bir şey var. 1 yıldır doğru dürüst anımız yok. benim en çok bu canımı sıkıyor. boşa geçmiş bir yıl gibi geliyor bana. her şeyden mahrum kaldığımı bir tane bile güzel anımın olmadığını, eğlenceli bir fotoğraf çekecek ortamım bile olmadığını görüyorum. işte en çok bu canımı sıkıyor benim. sırf bir iki anımız olsun havamız değişsin diye big g ile ufak yürüyüşlere çıkıp bir kahve alıp foto filan çekiyorum. bu üzücü işte. böyle olması belki bu zaman için en olması gerekenidir tabi ki onu bilemem. sadece sosyal medyada filan bakıyorum ve üzülüyorum hayatımız tamamen tekrardan ibaret. baya belediye otobüsüne binip şehir gezesim geliyor bazen. tamam evet güvenli değil, zaten o yüzden yapmıyorum ama pencerenin önünden evler geçsin, insanlar geçsin farlı bir şeylere bakayım istiyorum. sanırım bunun için biraz daha beklemem gerek.

ben de bunu bahane ederek yine evi bitkilere boğacağım 🙂 yani aslında bu sefer yenilebilir şeyler ekip en azından balkon bostanı yapıyorum. maydonoz, dereotu, fesleğen ekiyorum. geçen gün aldığım naneleri ektim toprağa ama tutmadı ben de hepsini tohumdan yapmaya karar verdim. diğer bitkilerimin saksılarını ve topraklarını değiştirdim. biraz budama yaptım. köklenmesini istediğim umudumu kayıp etmediğim bitkilerimi suya koydum ve beni üzmediler. evin içinde kendi ormanımı yaratma istediğim son hız devam etmekte. bazen arabam olmasını sırf bu yüzden istiyorum. hemen pat diye kendimi bir uzak sahile ya da bir ormana atmak için. neyse onu da çözeceğim bir zaman sonra.

bir sonraki aşamamın da bu hayatlar olmasını çok istiyorum. daha önce defalarca paylaştım bu aileleri tek tek. bir de utanmadan birleşmişler bakar mısın? gözyaşım pıt. nolur beni de alın aranıza yaa… alllanı seven üzerime karavan atsın. sinir olduğum konu ise bunu sanki çok kolaymış gibi anlatmaları. benim bu insanlar kadar cesaretim yok sanırım. oofff ama ne kadar kıskandığımı anlatamam gerçekten.

güvenli alanımı terk etmek istemiyorum. bu defalarca ve defalarca sınandığım bir konu ama dönüp dolaşıp yine olduğum yeri korumaya çalışıyorum. bu güvenli alanı ben oluşturdum ve şimdi onun tutsağı oldum. şikayet etmiyorum, sadece bunca cesaretimi yitirmiş olmam bana garip geliyor. yaş desen değil bence çünkü burada izlediğim insanlar ile hemen hemen aynı yaştayım. çocukları var filan. ben ise çöpsüz üzüm. dur bakalım diyorum içimden hep bir gün senin de zamanın gelecek hissediyorum 🙂

özellikle de bu videolar bana hayatı kaçırdığım konusunda ensiyetere salınmama sebep olmakta. ben anım yok hep aynı yere bakıyorum aynı mahallede geziyorum diye kendimi yerken bu insanlar, bu canım insanlar her seferinde pencerelerinden başka bir manzara görmekteler. her gün yeni bir deneyim her gün yeni bir savaşı yaşamaktalar. ben şimdi bunu nasıl kıskanmam 🙂

yine düştüm karavan videolarına yazının ortasında. hooof. neyse biraz işlerim var sora dışarı çıkıp biraz yürüyüş yapıp yufka alacağım. canım ice’ın tarifi olan pırasa böreğini yapmaya niyetliyim ben. bugün o böreği yapacağım hazır big g de evde iken. bu arada aralıklı oruca biraz ara verdim. hahahah ya ne olacaktı 🙂 sağlıklı beslenme out oldu benim için bir haftadır ama sonuçta ne zaman istersem hoop geri dönerim. isterim de en kısa zamanda bence. nitecede kirlenmek güzeldir demişler bu da biraz kirli bir dönemim olsun. ama ne kir, leş leşşş 🙂 çikolatalar ve ekşi mayalı ekmekler filan. ay buna üzülemem valla ne bugün ne yarın ne hayatımın her hangi bir döneminde.

öbdüm kib bay.

gel be bahar ben hazırım

bu aralar biraz eskilere düştüm. eski anılara, eski şarkılara, eski filmlere hatta daha önce okuduğum kitapların sayfalarını karıştırıyorum yeniden. o ilk okuduğum da ya da ilk izlediğimde ne hissediyordum onu bulmaya çalışıyorum.

seneler önce hoşlandığım çocuk ile galata köprüsünün merdivenlerinde öpüştüğüm gün geldi aklıma. kalbimin sesini duyacak, neden hızlı nefes aldığımı soracak diye endişe ediyordum. eve geç kalmıştım ve evimiz şehir merkezine çok uzaktı. ama o yiyeceğim azara değerdi. ne yani elimizde biralar ile o köprünün merdivenlerinden denize bakmayacak, beni ne zaman öpecek diye aklım çıkmacaktı da sırf azar işitmemek için eve mi gidecektim? evet beni öpmüştü. ama o iş yürümedi tabi. ertesi gün ya da ondan sonraki gün arkadaş mı kaldık yoksa bir daha görüşmedik mi hatırlamıyorum. çok da önemi yok bunun. çünkü zaten en önemli olan en çok kalp çarpıntısı yaşadığım anı hatırlamak.

lisede ilk defa annemler bir yere hafta sonu için tatile gitti. ya da ben ilk defa onlar gittikten sonra dışarı çıkmaya cesaret ettim bak onu da hatırlamıyorum ama hava kararmıştı ve ben o zaman ki okulun en popüler kızı olan arkadaşım ile otobüse binip taksim’e gitmiştim. onun hoşlandığı çocuk ile ile buluşmaya. otobüsteki halimizi dün gibi hatırlıyorum, sürekli birbirimize bakıp gülüyorduk, özgürdük. cep telefonu yok, görüntülü arama yok tamamen özgürüz. saat dokuz ve biz dışarıdayız. neyse aldık çocuğu eve geldik bak ne cesaret. oturduk bira içtik. alahım delirceğiz mutluluktan. çocuk için aynı şey geçerli değil çünkü o erkek ve zaten istediği zaman dışarı çıkıyor lisede. sabaha kadar güldük, sarhoş olduk, çok eğlendik hatırlıyorum. bunun da gerisi yok. o çocuğa ne oldu? arkadaşım ile manita oldular mı? bunlar yok.

dershaneye gidiyorum, üniversiteye hazırlık için, tabi ki en yakın arkadaşım ile aynı dershane. volkan diye bir çocuktan hoşlanıyorum, aynı sınıftayız hepimiz. etüte kalıyoruz bahanesi ile dersten sonra goygoy yapıyoruz dershanede. bakırköy’de dershane o zamanlar bütün dershaneler oradaydı sanki. tren istasyonunun yanındaki börekçice kahvaltı ediyoruz her sabah. starbuck’s yok. filitre kahve nedir bilmiyoruz. eşkıya filmi yeni vizyona girmiş. volkan hemen koşa koşa izlemeye gitmiş ben gitmedim. ders çalışmam lazım diye hiç bir yere gitmeme izin verilmiyor. ama gitmedim diyemiyorum, gittim dedim. en sevdiğimiz sahneleri anlatıyoruz. daha doğrusu volkan anlatıyor ben de onun heyecanına ortak olmaya çalışıyorum. bir gün hafta sonu yine annemler yok bu sefer benim hoşlandığım çocuk, volkan, ile kankam bizim evdeyiz yine. bira içtik ve bir şeyler daha sonra volkan beni öptü. birden. birden bire. salonda. kankamın yanında. öptü dediğim de yani dudaklarımız birbirine değdi. ne yapacağımı şaşırdım. kendimi tuvalete kitlediğimi hatırlıyorum. kankam geldi kapıya onu da içeri aldım. allahım çok mutluyum ama çok da utanmışım. nasıl bakacağım bir daha volkan’ın suratına? kankam ile inanılmaz heyecanlanmıştık. ilk öpücüğüm değil ama heyecanı çok büyük. gerisi yok, volkan ile manita olmadık ama ona ne oldu hiç bilmiyorum. üniversiteyi kazandım ve yaşadığım kentten taşındım.

ilk öpücüğüm yazlıkta. burak adı. pek sevilmiyor arkadaşlarım tarafından. ben de bayılmıyorum. ama o zaman sanırım bunu önemsememişim. çünkü herkesin bir yaz aşkı yazlık aşkı var ve burak da gelmiş benden hoşlandığını söylemiş. ya da öyle bir şey bak o da net değil. demek ki öpüşmem beni daha çok heyecanlandırmış ki onu hatırlıyorum. yazlıkta, evlerin arasında kuytu bir yerde ben bahçe duvarının üzerinde oturuyorum, bir arkadaşımız gelecek yanımıza basket sahasına gideceğiz. akşam üstü hep orada buluşulur bütün siteden arkadaşlarımız ile. burak beni orada öptü ilk defa. burak’tan o kadar değil ama öpüşmekten çok hoşlandığımı anlamıştım. şahane bir duyguydu. kendimi sanırım ilk defa kadın olarak hissettiğim ana olabilir. burak ile ayrıldık nedenini hatırlamıyorum çok da önemli değil. büyüdük o evlendi, çocukları oldu filan, çünkü artık sosyal medya var ve bir şekilde karşıma çıktı.

üniversiteye en çok gitmek istememin sebebi da bu hisleri daha çok yaşamaktı. bir şeyleri yarıda kesmek zorunda olmadan ya da evde azar işitme korkusu olmadan, yakalanma korkusu olmadan yaşayacaktım istediklerimi.

ünide ilk sene. patladı teoman. benim içimde yaşayan asi ruh da patladı. dizginlerinden boşaldı. neyse ki ilk sene yurttaydım da diğer kızlar gibi hızlı yaşayıp genç ölmedim üniversitede. uzatabildiğim kadar da uzattım okulu. artık gerçekten hiç bir arkadaşım kalmadığında ben de mezun olmam gerektiğini anladım. hızlı genç olmanın şartları sigara içmek ve şarap içmekti. kim hangi sigarayı içerse ben de onu içerdim. neyse ki hiç bir şeye bağımlı olmadığım gibi sigaraya da bağımlı olmadım. çok içtiğim zamanlar da oldu hiç içmediğim de. köpek öldüren içtiğimiz için o zamanlar ben hala şarap içemem. kokusu bile bir kötü eder beni. bir de yani artık yaş olmuş bin kötü içki de içmeyelim bir zahmet. daha başka delirelim.

okul bitip eve döndüğümde ben artık ne olmak istediğimi biliyordum.

özgür olacaktım. canımın istediğini yapacaktım. ve sanırım bunu da başardım. istediğim işte çalıştım, istediğim çocukla birlikte oldum, istediğim yerlere tatile gittim. bunları öncesinde hayal kurarak sonra da evrene salarak hayalimi gerçekleştirdim bence. yapamadığım içinde kalanlar var hala. hala kafamın içinde bulunan zincirlerden tam olarak kurtulmuş değilim. bu coğrafyada büyüyen her kadın gibi etraf ne der, bana yakışır mı demekten kendimi alamıyorum bazen. bazen karşımdaki tarafından onaylanma ihtiyacı duyuyorum hala. sık sık big g soruyorum bu olmuş mu, sence bunu yapabilir miyim gibi… sanırım bu yüzden dövmelerim benim için bu kadar önemli. yapamadım ilk gençliğimde, gençliğimin son demlerinde bunları yapmak bir kaç zincirden daha kurtulmak gibi geliyor bana. hepsinin tek başına bir anlamı olmayabilir fakat hepsinin ortak anlamı özgürlük. kimse için değil kendim için. belki de kendimi kendime ispat etmek için yapıyorum. bak gör yapabilirsin ve etrafın ne dediği hiç önemli değil. liseden beri içinde olduğun bu sarmal sanı sarmıyor artık. kimseye hesap verecek yaşta değilsin artık. bunları anımsatıyor bana.

bahara, yaza hazırlanıyorum ufak ufak. bu pandemi bir bitsin bütün paramı konsere ve meyhaneye harcayacağım kesin kararım. belki eve biraz daha bitki alırım. maçka parkın’da açık hava konserlerinde sarhoş olurum, beyoğlu’nda kafam güzel yürürüm arkadaşlarımla, bu sefer ben de ıslak hamburger yiyeceğim. galata köprüsüne big g’yi götürüp o merdivenlerden haliç’e bakacağım ve onu öpeceğim. oh beee!!! gel bahar ben hazırım, bir pandemi abv 🙂

canım komşum ile kombuça yapcaz. ben kaçar. öbdüm kib bay.

duygusal manipülasyon

son zamanlarda maruz bırakıldığım durumun adı, duygusal manipülasyon.

google’a sordum; Duygusal manipülasyon, kişinin kendi isteklerini gerçekleştirmek ve diğeri üzerinden avantaj elde etmek için direkt ya da dolaylı olarak sergilediği tutumlar şeklinde tanımlanabilir. Manipülasyonu yapan kişinin yani manipülatörün amacı ayrıcalık ve güç sağlamak, kontrolü ele geçirmek olabilir, diye bir cevap ile karşılaştım.

iknaya ve manipüle edilmeye çok açık biriyim. kimseye hayır diyemem, yardım isteyen birini geri çeviremem. bu davranışlarım da kötü kişiler tarafından fark edildiğinde işte bu tarz zorbalığa maruz kalıyorum. bence bu tam bir zorbalık. konuyu uzun uzadıya anlatamam fakat en kısa hali ile patronumdan maaşıma iyileştirme istedim, önce bunu yapamayacağını şirketin kar zarar tablosu üzerinden anlattı, sonra işim zaten zor da olmadığından dem vurup, şahane bir çalışma ortamımız olduğu ile olayı zirveye taşıdı sanıyorsun amaaaa zirve orası değil. zirve bence kız arkadaşının ve benimle aynı iş yerinde çalışan kardeşinin maaşını bana söylemesi idi gibi ama değiiiiiiil. yani evet iyileştirme için bunları söyledi, fakat sonrasında sistematik olarak çok zor bir dönemden geçtiğini anlattı. konuyu bambaşka yerlere götürdü. ve final de ona eski eşi ile arasında bir konu için yardım etmemi istedi. işte zirve burası. şaşkınım. şaşkınlığımın sebebi insanların bunu bilerek yapması. bilerek maduru oynaması benden daha da zor bir durumda olduğuna beni ikna etmesi ve sonunda da ona yardımcı olmam. ama o bana yardımcı olmadı. beni geçim derdim ile baş başa bıraktı. kendime sinirliyim. bazı şeyleri hala söylemediğim için, başkalarını kırmaktansa kendimi kırmayı tercih ettiğim için kendime sinirliyim.

evren aşamadığın konuları aşman için sürekli karşına çıkartır der ice. yerden göğe kadar haklı bir laf. ve benim yine farkında olduğum ama baş etmek konusunda yol kat etmediğim bir konu.

güzel şeyler de olmuyor değil. the sinner’ın yeni sezonu gelmiş mesela onu izlemeye başladım. ama kafam çok dağınık olduğundan bir odaklanma sorunu yaşıyorum. iç ettiğimi düşünüyorum diziyi. hayat kaçıyor gibi geliyor bana sürekli bu aralar. her şeyi not alıyorum. telefonum ve ajandam okunacak ve izleneceklerle dolu. ama bir yandan da ne okuyabiliyorum ne de izleyebiliyorum.

demek ki bugünler de böyle olacakmış. bir yetersizlik hissi bir odak sorunu yakamda. kabul ediyorum ve bırakıyorum. 15 gün ard arda meditasyon yapacağım diye çıktım yola geçen gün onda da başarılı olamadım. arada bir ya da iki günü atladım. bu aralar istikrarlı olduğum tek şey aralıklı oruç. 3. haftadayım ve şahane gidiyor. zorlanmadan ve hayatıma yeni şeyler katarak mis gibi yol alıyorum. üstten üstten konuşmayacağım hiç bu konuda. şu an yürütebiliyorum bunu o kadar. 3 haftadır ekmek yemedim, makarna ya da pirinç pilavı yemedim. bu bile kendime afferin demem için yeterli. ne demiştik daha önceleri, kendimizi dövmeyeceğiz.

şimdi kereviz yapayım gidip, brokoli kalmış dolabın derinliklerinde onunla da çorba yapayım filan. lodos var her şeyin sorumlusu o diyelim kendi sırtımızı sıvazlayalım.

öbdüm kib bay

öneri bombardımanı

uzun zamandır bu kadar film, dizi, kitap ile sarıp sarmalamamıştım kendimi. bu anlamda şahane bir hafta sonu oldu. okumaya, izlemeye, dinlemeye doydum resmen. ve çocştukça da coştum.

öncelikle azcık podcast öveceğim. podcast dinlemeye bayılıyorum. olumlu dünyadan sonra olumlu dünya’da duyup hemen dinlemeye başladığım deniz öztaş’a ayıracak vaktim yok podcasti. yemek yaparken, temizlik yaparken ya da işte boş boş dururken dinlemelik. hatta şu an da dinliyorum ama şunu fark ettim podcast dinlerken yazı yazamıyorum. o yüzden daha sakin bir şeyler eşlik etsin bana diyerekten canım spotifimin odaklanma listelerinden biri ile devam ediyorum.

ne diyordum. kitap, film…

bizim yayınevinden çıktığı için övmediğimi söylemeliyim. şahane bir hikayesi olan çok güzel bir roman. yazarını tanıdığım için de övmüyorum zaten sinem sal’ın da ilk romanı. çok seveceğim garantisini veriyorum. kitabın kahramanı mihrap ile arkadaş olmak, onu dinlemek, onu izlemek… off içinde şahane müzikler var bir kere. neşe karaböcek mi istersin, erkin koray mı, ya da sezen aksu mu mesela. mutlaka okurken birden durup o şarkıyı dinleme isteği uyandırıyor. bu yüzden de aslında hemencecik bitecekti bitmesin istedim müziklerini dinledim uzun uzun. belki de hikayenin geçtiği 90’lar benim yeni gençliğime tekabül ettiği için bu kadar sevdim hikayeyi bilemiyorum. aşırı klişe olacak biliyorum ama işte bizden biri. kadın hikayesi, eski istanbul semti filan. aşırı tatmin edici oldu benim için.

filme gelince. netfilix’de uzun zamandır izlenecek pek bir şey bulamamaktan yakınıyordum. imdadıma yetişti.

durgun ve sakin bir filmdi öncelikle onu söylemem lazım. bu aralar çok fazla polisiye izledim filan diye belki bana iyi geldi bilmiyorum. başrollerinde ralph fiennes ve carey mulligan var. bu da tabi filme artı bir beklenti katıyor. benim beklentilerimi karşıladı. gerçek hayat hikayesi kesiti. bir roman uyarlaması hatta aynı zamanda. spoliler vermeden filmi anlatamam. yazamam. yani birine bir filmi anlatırken neredeyse tüm detayları anlattığım için hatta kızılı bana, bir yandan insanda izleme isteği uyandırırken bir yandan da aslında bütün filmi anlatıyorum sürprizi kalmıyor. izlensin. bu

he bir de izlenmesinim var. 50 metrekare. olmamış. burak aksak bile yazsa olmamış. leyla ile mecnun’dan sonra bir şeylerinin tutmaması can sıkıcı tabi. buna da bir heves başladım. baktım yapamıyorum yardımcı destek olarak big g ile izlemeye karar verdim. 1 bölüm izlemiştim zaten, onu bekledim birlikte izledik. 3. bölümde vazgeçtik. yıldık. devam edemeyeceğim. öylesine bile izleyemeyeceğim.

ne zamandır sosyal medyada reklamlarına maruz kaldığım ve çok merak ettiğim gazete oksijeni de bugün gidip aldık. kitap bittikten sonra bana şahane bir duygu geldi. sanırım bunda güneşin de etkisi var. soğuk ama güneşli havalara bayılıyorum çünkü. dedim ki daha bir şeyler okuyayım ve semtte ki bir marketten değil de bir tık daha yürümelik başka bir yerden gidip gazetemi aldım. sokakların bomboş olması beni hiç üzmedi yalan yok. insan pek sevmiyorum. yani assos’da olsam datça’da olsam filan severim de istanbul’un göbeğinde kalabalık cidden çekilmiyor. o yüzden de içime başka bir neşe gark oldu. 10 tl olması beni biraz üzdü yalan yok. gitmeden önce komşuculuk müessesi adına elif’de uğradımdı, o da bir tane istedi. derken param yetmedi kart geçmedi derken şu an 20 tl borcum var. yarın ofis günü giderken hop diye hallederim konuyu. zaten bunu da bayi teklif etti. yarın bırakırsınız dedi. canım semtim. bunu mesela dibimdeki market önermez bak. öneremez çünkü. ama iyi ki de yürüdüm de böyle bir güzel olaya da ne zamandır şahit olmamıştım oldum. neyse, gazete oksijen şahane. parasını son kuruşuna kadar hak ediyor. ne zaman bozulur ne zaman vazgeçerim bilmiyorum. en son ne zaman evire çevire gazete okudum anımsamıyorum derken bayıla bayıla okudum. hatta bazı yerlerini bilerek sonraya bıraktım ki 10 tl’min hakkını her gün alayım bir gün değil.

aralıklı orucum şahane gitmekte. hatta bu kadar kolay adapte olmuş olmam beni bir tık kuşkulandırıyor ama yani salı günü tartılacağım. ve bir şeyler gitti iseeeeeeee demek ki yanlış hiç bir şey yapmıyorum. kendimde fark ettiğim çok fazla bir şey yok. sadece gerçekten acıkıyorum ama bu beni öldürmüyor. hatta yemek az yemeye başladım çünkü çok ama çok doyuyorum. sanırım beslenmeyi şu an öğreniyorum. dün akşam bir tabak çoba içtim ve yarım kase salata yedim. tamamı bitmedi. mümkün değildi bitmesi. 2 litrenin üzerinde su içiyorum. o biraz sıkıntılı. çünkü çok fazla tuvalate gidiyorum. gece bile 2 defa şu an için. fakat çok güzel uyuyorum. çok dinç hissediyorum. her şeyi yiyebilirsin kafası da beni strese sokmadı. bu böyle gidebilir cidden. biraz daha sonra daha da uzun oruç saatlerini deneyebilirim bence.

akşam 7 de yemek olayını bitirdiğim için gitmem lazım. bir şeyler hazırlayacağım kendime. 2 defa yemek yediğim için yemeğime baya özeniyorum artık.

aralıklı oruç da tavsiye ediyorum.

öbdüm kib bay

kokular, müzikler, öpüşler…

isim hafızam hiç iyi değil. kelime haznemin de çok geniş olduğunu söyleyemem. fakat kokuları unutmam. isimlerini belki hatırlayamam kişilerin ama tanıştıksa, bir yerde oturduksa kokusunu bilirim. o kişinin kokusu olmasına gerek yok ortamın kokusu gelir hemen burnuma. iş görüşmesi için bir kafeye gitmiştim mesela adamların yüzlerini bile zor hatırlıyorum fakat oturduğumuz kafenin kokusu kafamda çok net. çok sevdiklerimin kendi kokularını da bilirim. parfümlerini kodlarım. tanımadığım biri yanımda o kokuyu sürmüş geçsin hemen hatırıma gelir “aaah bu atina’daki camcı’mın kokusu” diye.

sevgililerimin kendi kokularına aşık olurum mesela. bir gazetede yıllar önce okumuştum aşık olduklarımızın ter kokuları bile bizi rahatsız etmez, diye. o kadarını şu yaşımda sanmıyorum. ama daha genç yaşımda önemsemediğim zamanlar olduğunu da anımsıyorum. ergenlikte aşık olduğum çocuğun tshirtünü alıp koklayarak uyuduğum gurur duymadığım zamanlarım oldu. ooff bir ara da her şeyleri saklardım. içtiğimiz son sigara paketini, gittiğimiz sinema biletlerini, ya da uzun bir seyahat ettikse onların biletlerini. çok yeni attım hepsini desem beni yargılar mısın? 🙂

sonra bazı anlarım müzikleri var mesela. lise de çok aşık olduğum bir çocuk vardı. ne yazık ki çok yakın arkadaş olmuştuk. ben şu çok güzel kızın yanındaki çirkin kızdım. o yüzden de erkekler genelde o kıza yakın olmak için benimle kanka olurlardı, ya da düz kanka olurlardı. 🙂 bu yüzden ergenliğim platonik aşk enkazı ile doludur. neyse bunlardan biri en yakın arkadaşımın manitası oldu benim de çok yakın arkadaşımdı.

bu şarkı hep onu hatırlatır bana. o dönemin en popüler şarkısı olduğunu söylememe gerek yok sanırım. bazen bir radyoda (evet hala radyo dinliyorum) ya da spotimde birden karşıma çıkar ve hemen o yıllara giderim. okuldan kaçıp civardaki bütün kafeleri mesken tuttuğumuz zamanlar. bakırköy sahilinde o zamanlar okey oynanan cafeler var oralara giderdik. ya da sadece saatlerce bir kafede oturur çay içerdik kalabalık tayfa ile. eninde sonunda da kovulurduk mekandan. kız arkadaşım tek başına çıkamazdı evden birlikte çıkardık benim platonik aşkım olan onun sevgilisi de bulunduğumuz yere gelirdi. erkek kankalarım gibi kız arkadaşlarımın aileleri de beni çok sever güvenirdi. bazılarına çok fena yakalanmış ve güvenlerini kökten sarsmışlığım var.

almış kankamı taksim’e gitmişim. nevizadenin sonundaki birahanelere. o zamanlar orada birahaneler vardı. yanımızda erkek arkadaşlarımız var. ama gerçekten arkadaşlarımız. bir bira iki bira derken bir fark ettik ki 2 metre ilerdeki masada kız arkadaşım babası oturuyor. hakkını yememek lazım olay çıkarmadı adam, aldı arkadaşımı gitti. evde dövmüş. benimle konuşmasını yasaklamış filan.

25 yıllık kankalarımda çocukluk yıllarımız. defalarca ve defalarca ve defalarca dinliyoruz.

tabi albüm yeni çıkmış sadece bu değil bütün şarkıları sömürüyoruz. yeni yeni rock dinlemeye başlamışım ben. ama buna da asla kayıtsız kalamıyorum tabiki. sonra yine lise’ye dönüyorum. ortamım değişmiyor, okulum aynı arkadaşlarım biraz değişiyor sanırım çünkü arabeske düştüğüm bir zaman var hayatımda. bundan da memnumum. cengiz kurtoğlu ile tanıştığım yıllar.

kral tv var o yıllar artık. kantinde açık. boş derslerde ya da tenefüslerde kliplerini de izleyebiliyorum artık. dün gibi. patso yiyorum ya da simit yanında da şişe kola.

sonra üni var mesela. ortam değişiyor, arkadaşlar değişiyor, şehir değişiyor. artık bayadır rock dinliyorum. ve elbette kaset zamanı. para biriktirip kaset alıyoruz, kaset dolduruyoruz filan.

elbette bu albüm var bende. sürekli dinliyoruz. mışık var o zamanlar yeni tanışmışız o da ev aradaşımın manitası ama ona platonik aşık değilim. biz bunu açtıkça isyan ediyor. çünkü rock bu değil ona göre. o bunları aşmış çok daha sert şeyler dinliyor. benim kafam hala onlar pek kaldırmıyor. uzun uzun dinleyemem. okuduğum şehirde o zamanlar bir tane bar var. nasıl oldu ise barın paçoz barmeni ile takılıyorum çok havlıyım. ama albette orada sadece türkçe pop çalmakta. hemen hemen her akşam okulu asıp gidiyorum. hafta sonraları da zaten illa parti var o barda. bira 1 tl olabilir 🙂

genelde hareketli şeyler çalınıyor ama zamanın en romantik ve çiftlere piste aldığımız şarkısı bu. bir tane daha vardı ama işte hatırlamam için çalması lazım. listelerden de bulamadım. bence iyi ki bulamadım. 🙂 neyse bendeniz ve metallica arasında gidip gelip nirvana dinlediğim yıllar üni. bu yüzden hatırlamam için baya geniş bir yelpazaye sahibim.

şu hayatta delicesine ama hastalıklı olarak aşık olduğum ve işkenceler içinde yandığım yıllar oldu. başkaları ile olup yine ona döndüğüm uzun seneler. her şey çok net değil onunla ilgili. sanırım bellek yer açmak için önce acı veren anıları siliyor. fakat bir iki şarkı var ki cıızzz hocam.

biri bu. çok net. sürekli dinliyoruz. o zaman artık kral tv dışında da müzik yayını yapan kanallar var. ben tabi ki mtv izliyorum 🙂 fakat bir tarzda acı çekmek olmaz. çok fazla tarzda bu acıyı yaşamam lazım. bana bir hikaye anlatıp defalarca dinlediğimiz bir şarkı vardı.

ah nasıl acır canım il notadan itibaren anlatamam. kokusu da hemen geliverir burnuma. yaşım 20. her haline hayranım. söylediği her yalanı sorgusuz dinliyorum. beni ilk öptüğü yer ilk elimi tuttuğu sinema hepsi hucum ediyor beynime. ve oradaki kız için o kadar üzülüyorum ki anlatamam. çok inanıyor çünkü. çok çok seviyor. bilmiyor ki bu hayatı boyunca unutamayacağı bir acı olacak. bundan sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, bilmiyor. mutlu olamıyorum o kızı düşündükçe. daha önce de sevdiği oldu, kalbi kırıldı ama bu bambaşka olacak biliyorum ya, üzülüyorum duyguları için.

sonra biraz işler değişiyor benim için. ya da daha mı netleşiyor demek lazım acaba?

hayatıma slash ve james giriyor. kafam açılıyor. biraz daha bulmuşum kendimi. ama hayatımın aşkını aramaya devam ediyorum. o rock bar senin bu rock bar benim taksim mekanımız. karavan var o zamanlar, kemancının ilk yeri, baya leş. payote girdi hayatımıza bir yer daha vardı kapısında çok yakışlı bir çocuk ile öpüşmüştüm. ne çocuğun adı var aklımda ne de mekanın. ama öpüş çok net. sonra tektekçi giriyor hayatıma. barlarda içtiğimiz yetmez gibi tektekçiye gidiyoruz çıkışlarda. alkol bu kadar pahalı değil taksim meydanı’nda akm önü buluşmaları var hala, meydan da cami yok. nevizade’de hala rakı içiliyor bir sürü meyhane var. bir sürü kitapçı var. robinson kapanmamış ada kafe yeni açılmış, köşede pano var ve paramız olduğu bir iki kere gidip şarap içmişiz. kaktüs kafe hala beyoğlu’nda ve kahvesine bayılıyoruz. bizi biraz aşıyor ilk başlarda ama sonra alışıyoruz etrafta ünlü görmeye. kaktüs’ün de kokusu burnumda mesela. çalıştığım derginin kokusu, plazanın kokusu hepsi kafamda.

belki de bu şekilde kayıt etmek daha güzeldir isimlerden ziyade kim bilir. balipaşa fırının ekmek kokusu üzerine bir fırın kokusu bilmem hala.

aralıklı oruç yapıyorum, kapanışa 2 buçuk saat kaldı yemek yapmaya gidiyorum.

öpdüm kib bay